Demokrasinin aşağıda değinilecek olan vazgeçilemez boyutları bir kez benimsenmeye görsün, ardından bütün ilkeler, kavramlar, kurumlar, ardı ardına somut yaşama kavuşacaktır.
Yansız devlet
Gerçek demokraside başkalığa katlanamayan, yandaşlarını kayıran, onlara ayrıcalıklar dağıtan, karşıtlarını “takip, tanzim ve tedip” eden, ideolojik, militan devlet yok olup gider, gitmek; bunun yerine, görüşler, inançlar karşısında yansız devlet gelir, gelmek zorundadır.
Yansız olduğu için de, böyle bir demokraside devlet, hiçbir görüşü, inancı önceden mahkûm etmeyen bir devlettir. Dahası, düşünceler karşısında yansız olduğundan, düşünce özgürlüğünü sağlayan, inançlar karşısında yansız olduğundan laik bir devlettir, devlettir, bu.
Yansız devlet, kötülüğü gören, ama demokratik ilkeleri örselemeden kötülüğü düzelten,[1] yaşamın bütün yönlerini denetlemeye kalkışmayan, Hegel’ci anlamda uyuşmazlıkların yansız hakemi olan, toplum katmanlarının birbirleri üzerinde baskı kurmasına izin vermeyen;[2] yaşamın hiçbir düşünce kalıbına sığdırılamayan zenginliğini, değişkenliğini, çeşitliliğini, önceden öngörülemezliğini benimseyip gözeten, ötekilerle berikilerin enerjilerini çatıştırmadan yarıştıran ve bunun hukuksal çerçevesini çizen, koruyucu, katalizör ve “güvenceci” (Jean-Marie Benoist) bir devlettir, bu.[3]
Özgür halk
Yansız devletin maddi dayanağı özgür halk, kurumsal dayanağı hukuktur.
Bilgilendirilmiş ve özgür yurttaşlardan, bireylerden oluşan halk, ne devlet ne de grup dayatmacılığına izin verir. Özgürlükçü demokraside halk sayısal, demokrasi dışı güçlerle sağa sola savrulan insanlar yığını değil, bağımsız, özgür, eşit öznelerden oluşan sağlıklı bir topluluktur. İktidarın tek ve gerçek sahibidir. Gerçek demokraside, kafalar kırılmaz, kafalar sayılarak değerlendirilir. Bu nedenle yönetim, iktidar, halkın rızasına dayanır. Çoğunluğun ve azınlığın karmaşık ilişkisinde, kararlarında, elbette bu iradenin payı vardır.[4] O yüzden her karara herkes saygılıdır.
Kararın ve devletin gücü de, işte bu saygıya dayanır.
Seçimden önce yere göğe sığdırılamayan halkı, daha sonra edilgin, bilinçsiz, bilgisiz gören iktidarlar, bazen kendilerinden menkul bilge çobanlıklarıyla onu gütmeye kalkışmışlardır, kalkışırlar da. Oysa oy veren bir halkın zekâsından kuşkulanmaya kimsenin hakkı yoktur.[5] Bu nedenle on dokuzuncu yüzyılın “Demokrasiye yatkın olan ya da olmayan toplumlar ayırımı artık çok gerilerde kalmıştır. Yirminci yüzyılda bir toplumun demokrasiyle yönetilebilir olup olmadığı ölçütünün yerini, bir toplumun demokrasiye ancak demokrasi sayesinde olgunlaşıp ulaşabileceği öndoğrusu (postüla) almıştır” (1998 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Amartya Sen).[6]
“Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır” gerekçesiyle bilinmesinlercilikten, köreltmecilikten (obskürantizm) yana olan, halkın toyluğu varsayımına dayanan vesayetçi anlayışları, özellikle pretoryen diktatörlük dönemlerindeki saygın tutumuyla her halk yalanlamıştır. Oysa gerçek şudur: Pretoryen iktidarları iğreti, gayrimeşru gören halklar, önce onları yalnızlaştırıp kıyıya iterler (périphérisation olgusu), pretoryen iktidarın uzaklaştırdıkları toplum önderlerini ilk fırsatta siyaset sahnesine taşıyarak iktidarı onlara teslim ederler. Bu başarı, Duverger’nin “görünmeyen gerçek nöbetçi” dediği halkın her yerde sık sık yaşanan bir başarısıdır ve tarihin her döneminde de yaşanmıştır. Çünkü tarihte hiçbir halk örs olmaya katlanamamıştır. Zira her ülkede “Halk, bir ölüler kümesi değil, kendi kültürünü üretecek (doğal) kurum ve kurallara sahip bir aktörler topluluğudur.”[7]
Şu nokta asla unutulmamalıdır: Demokrasilerde, insan ve halk, devlet için değil; devlet, insan ve halk içindir.[8]
Hukuk
Yansız devlet ilkesinin doğal sonuçlarından biri de, kuşkusuz hukuk ve ona biçilen işlevdir.
Demokraside hukuk, adalet ve ahlak süzgecinden, devlet de âdil hukuk süzgecinden geçer.
Böylelikle elde edilen ürün, artık hukukun üstünlüğünü benimsemiş olan “devlet”tir. Hukukun amacı, adaletsizliği önlemektir. Zira hukuk, demokrasilerde örgütlenmiş adalettir.[9] Yeter ki, yasal metinler âdil olsun. Çünkü adaletsiz hukuk, yalnızca “yanlış hukuk” değil, hukuk doğasından yoksun bir “hükümler yığını”dır (Radbruch), hukukta devletçiliktir; dolayısıyla ahlaka aykırıdır.
Demokraside devletin dokunduğu her şey, hukuka dönüşebilmelidir. Devlet, “çok hukuk, az devlet” formülünün de ötesinde, hukukun üstünlüğünü yaşama geçirdiği takdirde belki devleşmez, ancak gerçekten devlet olur ve meşruluk katsayısı arttığı için de çok güçlenir.
Demokratik rejimde yasaların genelliğinin yasayı yapanlar dâhil herkese ayırımsız uygulanabilirliğinin benimsenmesi,[10] gizli hukuk (droit latent) yerine açık hukuk ve saydam devletin geçmesi zorunludur. Hukukun olmadığı yerde halk “sürü” (Goyard-Fabre), insan “köle”dir (Mauchaussat).
Demokraside, hukukun iki işlevi vardır. Herkese eşit uygulanmak ve her konuyu gün ışığında tartıştıran, yarıştıran bir barış tekniği olmak.
Ve de asla yasaklayıcı olmamak.
Hukukun zorunlu ilkelerini güvenceye alan bir devlet, her şeyden önce kendi taahhütlerine uyar, uymak zorundadır. “Yasasız suç ve ceza olmaz. Yargılamasız kimse cezalandırılamaz” vb. ilkeler, aslında birer devlet taahhüdüdür.
İşte devlet, işte hukuk.
Devlet hukuka saygılı olduğu, hukuk da insanları özgürleştirdiği oranda meşrulaşır ve güç kazanır.
Sonuçta her ikisinin de işlevi, özgürlüklere açılımı, dolayısıyla iç barışı sağlamaktır.
Hukukun üstünlüğüne yaslanan bir devlette, hiç kimse hukukun ne üstündedir ne de altında, yalnızca içindedir. Hukukun karşısında herkes eşittir; her görüş, her inanç hukukun egemenliği altında birlikte yan yana özgürce yaşar, yarışır ve gelişir.
Hukukun üstünlüğü dışlanırsa, en âdil hukuk bile, keyfiliklerin oyun oynandığı bir manipülasyon alanına dönüşür. Orada artık hukukun yerini güç, özgürlüğün yerini ise uşaklık almıştır.[11]
Erkler ayrılığı
Peki, bu hukuku kim kotaracak, kim uygulayacak, uyuşmazlıkta hukukun ne olduğunu, ne dediğini kim söyleyecektir?
Hukuku, demokrasilerde, halkın kendisi ya da onun adına temsilcileri, yani yasama erki (iktidarı, gücü) kotarıp düzenler; yürütme erki, uygular; yargılama erki ise, var olan bu hukuku yorumlar ve bu konuda son sözü söyler.[12]
İşte buna “erkler ayrılığı ilkesi” diyoruz.
Erkler ayrılığı ilkesinin kısaca ve başlıca iki nedeni vardır.
Birincisi klasiktir, Montesquieu’nündür.
Nitekim Montesquieu, şöyle demekteydi: Deneyimler, güç (iktidar) sahibinin gücünü kötüye kullanma eğiliminde olduğunu göstermektedir. Despotik iktidarlar, aslında yasalara göre değil, kendi irade ve tutkularına göre yönetirler.[13] Bunu önlemek için gücün gücü, iktidarın iktidarı, yani erkin erki durdurması gerekir (XI. kitap, 4. bölüm).
İşte böylelikle Montesquieu, Aristo ile birlikte ucun ucun söylenen, Locke’ta iki güçle sınırlanan, demokrasinin örgütlenme ve hukuk düzeninin işlemesiyle ilgili güçler, iktidarlar, yani erkler ayrılığı ilkesinin can alıcı noktasını sağlıklı biçimde yakalamıştır.
Aslında özgürlük için başka yol da yoktur ve bu yol bellidir: İktidar, güç, erk, tek elde toplanmamalıdır. Çünkü iktidar tek elde toplanırsa manipulasyon başlayacak; hukuk zorbalaşacak, zorba yasalar kotarılacaktır. Yasama ile yargılama ya da yürütme ile yargılama aynı elde toplanırsa, yasama ve yargılama, yasalar çıkararak keyfiliğe kayacak ya da yürütme zorbalaşacaktır.[14]
Üç durumda da artık ortada özgürlük yoktur.
Elbette bunun en kötüsü, üç iktidarın tek elde toplanmasıdır. İste bu durumda her şey yitirilmiş, bitmiş olur. Bunun çarpıcı örneği, Montesquieu’ye göre, üç iktidarı da elinde tutan ve korkunç bir baskı uygulayan Osmanlı Sultanıdır.
Ayrıca ordu yasamaya değil, yürütmeye bağlı olmalıdır. Yasamaya bağlı olursa askerî yönetim var demektir.[15]
Erkler, güçler ayrılığının ikinci nedencesi ise, demokrasinin çoğulcu yapısının iktidar olgusuna yansımasından kaynaklanmaktadır. Zira çoğulcu demokrasi, hiçbir iktidarın, gücün tek elde toplanmasına izin vermez, veremez. Çünkü çoğulcu demokraside her iktidar parçalanmıştır.[16]
Şu nokta hiç, ama hiç unutulmamalıdır. Erkler, güçler ayrılığı ilkesi, günümüzde de elbette demokrasinin temelidir. Nitekim çoğu anayasalarda özenle düzenlenmiştir. Saint-Just: “Zorbalar, saltanatlarını sürdürmek için halkı bölüyorlar. Sizler özgürlüğün saltanatını sürdürmek istiyorsanız, iktidarı bölünüz” demiştir.
1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisinde de erkler ayrılığına yer vermeyen anayasaların anayasa sayılamayacakları vurgulanmıştır (md. 16).
Özetle Montesquieu’nün erkler / güçler ayrılığı ilkesinin sonuçları bellidir: Görev, yetki açısından üç erk, iktidar, birbirinden bağımsızdır. Bu bir.
Kişiler açısından birbirlerini azledemezler. Bu iki.
Maddi açıdan aralarında organik bir bağlantı yoktur ve olamaz. Bu da üç.[17]
Ne var ki, bu sonuç, itiraf edilmelidir ki, asla gerçekçi değildir. Çünkü bu üç erk, iktidar, güç, birbirlerinden asla kopuk değildir. Olamaz da. Çünkü aralarında işbirliği, dayanışma, denge ve yakınlaşma vardır. Öğretide[18] ve anayasalarda (sözgelimi, 1982 Anayasası) bu açıkça belirtilmiştir.
Kuramsal tartışmaları bir yana bırakırsak, erkler / iktidarlar ayrılığı ilkesi bugün uygulamaya dikey ve yatay olarak iki biçimde yansımış bulunmaktadır.
Birincisi, çoğulcu demokraside iktidarlar, yalnızca yataylamasına değil, dikeylemesine de çoğulcu olmak zorundadır. Böylelikle iktidarın, gücün tek merkezde toplanması önlenmekte, merkez ile yerel yönetimler iktidarı paylaşarak saydam devlete ulaşılmaktadır.[19]
İkincisi, iktidar, yataylamasına, yasama, yürütme ve yargılama erkleri olarak paylaşılmaktadır. İlk ikisinin kimileyin iç içe olması hoş görülmektedir.
Ancak üçüncü iktidarın (tiers pouvoir), yani yargılamanın güçlü olabilmesi için, ilkin bağımsız, ikinci olarak da öbürleriyle eşit olması zorunluluğu öğreti ve uygulamada sürekli vurgulanmıştır, vurgulanmaktadır.
Yargılama erkinin bağımsız olması, elbette zorunludur. Çünkü hukukta kimse kendi kendisinin yargıcı olamaz. Eğer yasa yapanlar ile uygulayanlar, kendi kendilerinin yargıcı olurlarsa orada özgürlük ve adalet değil, düpedüz çıplak güç, zorbalık egemen demektir.[20]
Unutulmamalıdır ki, hukukun en amansız düşmanı, güçtür, iktidardır. İktidarların en tehlikeli girişimi ise, salt çıplak güce dönme girişimidir.[21] Salt çıplak güce dönüşen bir iktidar, bir devlet ise, uyruklarını köle yapar, sömürür. Böyle bir devlette yargılama erki ve yargıç, artık görünüşte vardır, gerçekte yoktur. Dolayısıyla orada halkın Tanrı’ya sığınmaktan başka çaresi kalmamış demektir.[22]
Öte yandan bağımsız yargılama, yasama ve yürütme ayrılığının da en önemli güvencesidir.[23]
Kısaca yasama, yürütme ve yargılama erklerinin, güçlerinin çalışma, yaşam, devlet içindeki konum gibi maddi ve manevi bütün alanlarda eşit olmaları zorunludur[24].
Nitekim 1982 Anayasasının başlangıcında bu eşitlik ilkesi, 140’ıncı maddesinde de eşitliğin nasıl sağlanacağı vurgulanmıştır.
Bağımsız yargılama erki
Elbette demokrasinin özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, eşitlikçi olması; eleştirel akla, kültür göreceliğine, halka, yansız devlete, hukukun üstünlüğüne, erkler ayrılığına dayanması; hukukun âdil ve bir barış tekniğini üstlenmiş bulunması yetmiyor, demokratik toplum düzeni için.
Ayrıca demokrasinin kendisini güvenceye alması için, bu hukuku uygulayacak, hukuk adına her olayda “hukukun ne dediğini nesnel mantıkla söyleyecek” (juris-dictio) bir erke, güce de gereksinme vardır.
İşte bu erk, güç, bağımsız yargılama erkidir. Eğer hukukun uygulanması, bağımsız, özerk bir yargılama erkinin elinde değilse, artık o düzende her şey boşunadır. Zira toplumun benimsediği hukuku, bağımsız olmadığı için nesnel olarak uygulayamayan bir yargılama erki, adaletin de, demokrasinin de sadece bir düş kırıklığıdır.
O kadar.
Siyasete bulanmış ya da bulanma olasılığı bulunan, adaleti siyaset terazisinde tarttığı izlenimi uyandıran bir yargılama, ne denli duyarlı olursa olsun, yalnızca kirli adalet salgılar. Adaletteki kirliliği, “adaletsizliği temizleyebilen bir nesne ise, bugüne değin bulunamamıştır.”[25]
Bilinmelidir ki, siyasal güçle yargılama gücü arasındaki ilişkide, hangisi güçlü ise, öbürünü ister istemez kendisine dönüştürecektir. Siyasal iktidar güçlü ise, yargılama erki siyasallaşacak; yargılama erki güçlü ise, siyasal iktidarı hukukun içine çekecek, onu meşrulaştıracaktır.
Unutmayalım. Siyaset sürgit hareketlidir, boş oturmaz, sürekli kıpırdar ve de beklemez. Ancak ne zaman ki, hukuk, siyasetin rahatını bozmaya başlar, işte o anda, siyasal güç de hukuk[26] ve yargılamayla oynamaya başlar.
Unutulmamalıdır ki, yanlar üstü (super partes) üçüncü bir otorite olarak yalnızca bağımsız bir yargılama erki ve yargıç, her türlü etkiden arınmış nesnel (objektif) mantık ilkesine (il principio di ragione obbiettiva) göre, hukukun ne dediğini (potere di jus dicere: juris-dictio), söyleyebilir.[27]
Yine unutulmamalıdır ki, yargılama erkinin, yargıcın bağımsızlığı, asla bir “kast” ayrıcalığı değildir. Yargıcın salt hukuk adına karar verirken yansızlığını sağlamak içindir; toplum, insan yararı içindir. Yargılama erkinin bağımsızlığı; yasama, yürütme, bir başka yargılama organı, kamuoyu, yargıcın kendi inanç ve görüşleri karşısında yansız olarak karar verebilmesi; “herkesin yasa önünde eşitliği” ve “yasa herkes için eşit uygulanır” kurallarının gerçekleştirilebilmesi için kesinlikle zorunludur. Zira devlet organları, sokağın sıcak mantığı, yargıcı etkileyememelidir.
Çünkü yargıç, yargılarken ve karar verirken, inançlarını, görüşlerini duruşma salonunun eşiğinde bırakan insan demektir.
Demokraside devletin bütün organlarında çalışanlar, meleklerden oluşsalar bile, devletin her işlemi hukukun, dolayısıyla yargılama erkinin süzgecinden geçecek, en azından bu yol açık olacaktır.
Özetle gerçek şudur: Yargılama erkinin gücü, demokraside çok önemlidir. Hukuk konusunda yasa koyucunun öznel iradesinden bağımsız, genişletici, geliştirici yorum yapma tekelini elinde bulundurması, verdiği kararların, bütün kişi ve kurumları bağlaması ve de değiştirilememesi, hiç kuşkusuz onun gücünün önemini kanıtlamaya yeterlidir. Çünkü yargılamanın bu işlevi, geçişsiz değil, geçişlidir. Gerçekten yaşanan somut hukuku yargıçlar keşfeder.[28]
Özetle yasaları ise bir bakıma yasama organları, gerçekte ise, yargıçlar yaparlar.[29] Dolayısıyla unutulmamalıdır ki, hakların ve özgürlüklerin bekçisi yargılama erkidir, bu erk içinde yer alan yargıçtır.
Görülüyor ki, yargılama erki, rastgele, sıradan bir görevi yerine getirmemekte, sistemi “meşrulaştıran bir kurum” işlevini de üstlenmiş bulunmaktadır.[30]
Demek, özetle yargılama erkinin işlevi de, hukuk düzenini korumaktır.
İşte bu yüzdendir ki, Kara Avrupa’sı hukuk sistemini benimseyen gelişmiş ülkelerde bile yargılama erkinin tam bağımsız kılınabilmesi için yapılması gerekenler, günümüzde bile sürekli tartışılmakta; bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkeler ise, gelişmiş olan ülkelerdeki bu yakınmaları da gözeterek düzenlemeler yapmaktadır.
[1] BURDEAU, Georges, Le libéralisme, Paris, 1979, s. 173.
[2] BARRY, Norman, (M. Endoğan), Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm, Ankara, 1977, s. 101.
[3] DUVERGER, Maurice, Le lièvre libéral et la torture européenne, Paris, 1990, s. 98 vd., 189 vd.; KEANE, John, (N. Erdoğan), Demokrasi ve Sivil Toplum, Ayrıntı, İstanbul, 1994, s. 49.
[4] BURDEAU, s. 187, 221.
[5] BASTIAT, Frédéric, (D. Russel / Y. Arslan), Hukuk, Ankara, s. 51, 52.
[6] İleten: ÇONGAR, Yasemin, Devlet Nereye Demokrasi Nereye (1), Milliyet, 02.08.1999.
[7] YAVUZ, Hakan, İslam ve Türkiye, Türkiye Günlüğü, n.29, Tem.-Ağ. 1994, s. 231.
[8] Kopenhag Belgesi, 26.09.1990.
[9] BASTIAT, s. 14, 18, 23, 58, 61.
[10] PETTIT, Philip, (A. Yılmaz), Cumhuriyetçilik, Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi, Ayrıntı, İstanbul, 1998, s. 231; (Bir zamanlar Amerikan Parlamentosu üyeleri, bazı vergilerden kendilerini bağışık tutmuşlardır (Pettit, s. 232); ERDOĞAN, Anayasal Demokrasi, Ankara, s. 79, 80, 182-186.
[11] PETTIT, s. 231, 233.
[12] MONTESQUIEU, Charles de S. B., Oeuvres complètes, Seuil, Paris, 1964, s. 536 (II. kitap, 1. bölüm).
[13] Ibid, s. 532. Eski Yunan düşünürü Thucydides de, her insanın iktidarını sonuna dek zorlama eğiliminde olduğunu söylemiştir.
[14] BURDEAU, s. 65; PETTIT, s. 235, 236.
[15] MONTESQUIEU, s. 586-588. İlginçtir, Kudüs yolculuğundan dönerken Chateaubriand da “Yalnızca Padişahın özgür, öbür herkesin köle (kul) olduğu bir ülkede kalamam” diyerek İstanbul’da mola verip kalmamıştır.
[16] VECA, s. 131.
[17] EISENMANN, Charles, L’ “Esprit des lois” et la séparation des pouvoirs, Mélanges R. Carré de Malberg, Paris, 1933, s. 165, 183; DE MALBERG, Carré, Contribution à la théorie générale de l’ Etat, Paris, 1922, II, s. 5, 8, 18, 20, 28, 29, 35, 36, 43, 49, 110, 121, 131, 142; TANİLLİ, s. 376, 377.
[18] EISENMANN, s. 166-179, 187-192; DUGNIT, Léon, La séparation des pouvoirs et l’assemblée nationale de 1889, Paris, 1893, s. 15-19, 47-116; BRUN, Henri/TREMBLAY, Guy, Droit Constitionnel, Québec, 1990, s. 687 va.; ÖZBUDUN, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, 1993, s. 144-153; TEZİÇ, Erdoğan, Anayasa Hukuku, İstanbul, 1986, s. 402-408; KAPANİ, Münci, Kamu Hürriyetleri, Ankara, 1976, s. 282; TOURAIN, s. 50; HAYEK, ileten: YAYLA, Atilla, Siyaset Teorisine Giriş, Ankara 1998, s. 113, 114; ERDOĞAN, Anayasal..., s. 107.
[19] AKTAN, Coşkun Can, Kirli Devletten Temiz Devlete, İstanbul, 1999, s. 81.
[20] Marchamont Nedham 1657’de buna değinmiştir; ileten: PETTIT, s. 236; DUGUIT, s. 15; KAPANİ, s. 283; BRUN/TREMBLAY, s. 389; CASSIN, René, Montesquieu et les droits de l’homme, La pensée politique et constitutionelle de Montesquieu, bicentenaire de l’”Esprit des lois” 1748-1948, Sirey, Paris, 1952, s. 118; TEZİÇ, s. 408, 409; ÇAĞLAR, Bakır, Politika ve Hukukta Neoliberalizm, Yeni Türkiye, n.25, s. 27.
[21] PEYREFITTE, Alain, Les chevaux du lac Ladoga. La justice entre les extrêmes, Plon, Paris, 1981, s. 524.
[22] BOUILLON, Hardy, (A.İ. Savaş), John Locke, Ankara, 1998, s. 23-29.
[23] ERDOĞAN, Anayasal..., s. 105.
[24] SEIGNOBOS, Histoire politique de l’ Europe contemporaine, Paris, 1929, I., s. 104; DE MALBERG, s. 35, 36, 49; DUGUIT, s. 16.
[25] CONNOLLY, s. 247.
[26] ÖZDEMİR, Hikmet, Yargı Denetimi Demokrasinin Ahlakıdır, Yeni Türkiye, n.17, 1997, s. 365.
[27] CORDERO, Procedura penale, Milano, 1985, s. 253; DUVERGER, Maurice, Instittutions politiques et droit constitionnel, PUF, Paris, 1975, I., s. 177; FOSCHINI, Sistema del diritto processuale penale, Milano, 1965, I., n.333, 336; FAZZALARI, Giurisprudenza volontaria (dir. proc. civ.), Enciclopedia del diritto, Milano, 1970, XIX, s. 354; FAZZALLARI, Istituzioni di diritto processuale, Padova, 1986, s. 394; BELLAVISTA, Lezioni, 1968, s. 153.
[28] HAYEK, DWORKIN, ileten: BARRY, s. 43.
[29] ÖKÇESİZ, Hayrettin, Hukuk Devleti ve Yargıcı, Yeni Türkiye, 1997, n17, s. 361.
[30] VECA, s. 66.